Varlık sahasında olan tüm unsurların gerek fizik gerekse metafizik yapısında bulunan ölçü ve düzen ile birlikte işlevsel özellikler, yaratıcı güce ait üç temel bileşeni gösterir.
Bunlar, bilgi, irade ve yaratabilme gücüdür.
Eğer bir insan tanrı varlığı hakkında bir inancının varlığında söz ediyorsa, yalın olarak sistemin oluşum ve işleyiş bilgisine ait argümanı elde etmelidir. Çünkü şahitlik etmek, görmek ve algılamakla elde ettiği şeyi ilan ve itiraf etmek onamanın doğrulmasıdır.
Bu bağlamda inanç, platonik bir duygusundan çıkarak hakikat bilincine erimin gerçekleşmesini sağlar.
Bu nokta da inanç yoluyla elde edilen kanaat, yaratan ile yaratılan arasındaki iletişim aktivasyonunu gerçekleştireceğinden, kavrayıcı aklı ve onama meyli ile iradi bildirim zorunluluğu vardır.
Çünkü her varlık ve olgunun sahip olduğu değer, nitelik ve içerik onun yüklü olduğu anlamın tanıtıcı kimliğidir.
Dolayısıyla doğrulamama bir ötüşmenin neticesi olacağından; yaratma fiili ile ortaya çıkan eserde bir ilmin varlığını görmek bilinci, varlığın bir kasıt ve amaçla meydana getirildiğini idrak etmek iradeyi, ve tasarımdan görünür olmaya kadar tüm proseslerin nitelikli bir şekilde sistemli kontrolü ve idaresi ise yönetime dair yetkinlik ve gücü yaratma iddiasının onanabilir kanıtlarındadır.
Bu bağlamda insan bu uyum ile verilen yaratma mesajı onamakla gerçek inanç sahibi olmanın görsel tasdik boyut eşiğinden geçmiş olur.
Bu yönüyle görsel algıya sergilenen yaratım sunumu ile yaratılanların ait olduğu sistemsel operasyon ve işleyiş yasalarındaki niteliğin belirgin duruma getirilmesi, insanın aklına ait kavrama yeteneğini harekete geçiren, kızılötesi ışıkları gibi gözle görülmeyen ancak etkinliği yadsınamaz bir bilinç dürtüsüdür.
Yani bu yönüyle her eserin sanatlı olması, bir tasarım işleminden geçmesi ve kendine programlanmış yazılıma uygun meyve gibi, fayda gibi sonuçlar vermesi, her var edilmiş varlığın eko sistemde bir görevinin bulunması çok detaylı olmasa da bütünsel olarak bilinçli olarak takdir edilmeyi ister.
Çünkü bu durum insan aklı tarafından algılana bilir bir ölçüdedir. Dolayısıyla insan aklı doğal olarak bu fark etme ve algılama işleminden sorumludur.
Eğer söz konusu zihinsel farkındalık oluşumu gerçekleşmez ise , varoluşa dair gerekli olan bilinç ve idrak uyumu kaybolur ve inancın kişi açısından gerçekçi bir etkisi kalmaz.
İnsanları bir çoğunun inançların ait etki kaybını nedeni, yaratılışla muhatabiyet noktasında doğru ölçümleme ve karşılık verme şeklinin tespit edilememesi ile birlikte böyle bir gerekliliğin varlığına dair bilgi yoksunluğudur.
Örneğin insanda bulunan görme duygusu ve bakma eylemine yönelik var olan şeylere baktığımızda , yıldızlardan atomlara kadar geniş bir daireden söz edebiliriz. İnsanın gözü bu dairede bulunan varlıkların suretini, rengini, boyut ve tasarımları gibi detayları ve birlik noktalarını görebilecek niteliktedir. Dolayısıyla bu donanımın evrende bakmak ve görmek gibi işlevi olduğu ve bu işlevin verimliliğini sağlayacak tüm şartların gören ve görünen arasında var olan bir uyumu gösterdiği açıkça izlenebilmektedir.
Bu bağlamda insan sınırlı bir bakış açısıyla hayatına devam ettiğinde, bir kısmı siyah beyaz gören , bir kısmı sadece önünü gören bir kısmı sadece duyargalarıyla hayata dokunan varlıklardan bir farkı kalmaz.
Görme duygusunu fizyolojik menfaati için kullanan bir canlıya döner. Bakmak ile akıl arasında olan estetik bağı kopartır. Sanat ve düzene ait işleyiş zevkinden mahrum kalır.
Yine insanda olan tatma duygusu, binlerce yiyeceği bir birinden ayıracak ve kategorize edebilecek bir algı sistemine sahiptir. Bu nedenle evrende ona tanımlanan besinler çok çeşitli kılınmıştır. İnsan bu durumu sadece onun karnını doyurmak için kullanmış olsa ve bu kadar lezzet farklılığındaki mesajı anlayamaz ise kaçınılmaz bir şekilde sahip olduğu nitelikten bir değer kaybı yaşayacaktır.
Yine insanın burnu ve koku alma duygusunun önünde sayısız güzel kokular ve bu güzel kokuların niteliğini arttıran kötü kokular bulunmaktadır. Eğer insan bu durumu kendinde var olan algı yeteneklerinin niteliği ile ölçümlemez ise çok sınırlı bir alanda işlev kaybı yaşanacaktır.
Yine insan duyma yeteneğini sadece sosyal hayatı ve bireysel ihtiyaçlarını karşılama aracı ve dar bir alanda basit zevkleri için kullansa, bu durum diğer duygularda olduğu gibi ciddi bir değer kaybıdır. Tabiatın işletim sisteminde yüklü olan çok çeşitli doğal seslerin armonisini, rüzgarların taşıdığı notaları, denizlerin sahillere dokundurduğu nağmeleri, gök gürültüsünün verdiği heyecanı, kuşların cıvıldayışını, suların çağlayışını duymamak ciddi bir yoksunluktur.
Yine insan dokunduğu şeylerin onun bilinç dünyasına gönderdiği mesajı algılayamaz ve sahip olduğu diğer duygusal sistemi ile hissedemez ise adeta, diğer varlıklara göre tüm var oluş seçkinliğini kaybeder.
Kısaca insan var olan ve onun algı yeteneklerine uygun bir şekilde erişime açık yaratılan şeyler ile kendisine gönderilen yaratım mesajına ilgi duymadan, merak etmeden, farkındalık geliştirmeyerek karşılık verirse, inanca açılmış çok büyük bir pencereyi kapatmış olur.
Böylelikle genel olarak insan hem kendi duygusal yapısını hem de dış dünyayı bilip tanıyamadığından doğal sorumluluğu olan anlam arayışını gerçekleştiremeyecektir.
Bu bağlamda ortaya derin bir sessizlik çıkacaktır.
Bu sessizliğin adı tanrının sessizliği olacaktır.
Çünkü sahibine oranlanıp bağlanmayan hiçbir değerin gerçek anlamı bulunamaz.
Karşılıklı uyum noktası tespit edilememiş kavramlar bir araya gelerek bir gerçeğin taşıdığı anlamı açıklayamaz.
Yine doğru bir frekans ayarına sahip olmayan hiçbir alıcı, yayında olan hiçbir anlatımı duyamaz.
Yine doğru soru ve sorgu bilincinden yoksun arayışlar ne bir cevaba ne de sağlıklı bir sonuca ulaşamaz.
Bu nedenle insan doğru ve karşılığı olabilecek bir inanca sahip olarak, zihinsel ve duygusal bir etkileşime erişmek istiyorsa bu kazanım için gereğini yapması temel bir şart ve bir uygulama esasıdır.
Burada kişisel çıkarımlar ve mantıkla örtüşmeyen öneriler, akli olarak karşılığı bulunmayan teklifler, duygusal kabule uygun olmayan davetlerin hiçbir önemi yoktur.
İnanç sahipleri Tanrıyı tanrı dilinden tanımalıdır.
Tanrı nasıl kendine ait ilim, irade, güç, idare, sanat, estetik, cömertlik, şefkat gibi sıfatlarını eserleri ve yönettiği evrensel sistemdeki işleyiş diliyle anlatıyor ise kendi ile sağlıklı iletişim ve etkileşimi de aynı özenle tarif etmektedir.
Bugün ne insan fiziksel anatomisinde, ne makro kozmosun her hangi bir unsurunda, ne de mikrobiyolojik bir varlığın taşıdıkları özelliklere, ne bir çiçeğin ne de bir hayvanın çeşitliğindeki türe ait bilgilerde şaşkınlıktan başka bir şey genel anlamıyla elde edilemiyor, doğa herkesin saygı ve ilgisini hak ediyorsa; tanrıya ait bilginin basitliğinden söz edilemez.
Yine insan kendi ruhsal ve psikolojik yapısı ile ilgili sınırlı bir bilgiye sahipken, yaratıcısı olarak kabul ettiği bir güç hakkında sıradan bilme ve inanma iddiasında bulunması trajikomiktir.
Evet tanrının kendine ait bildirimlerini almak konusunda algı ve bilinç kaybı yaşayan bir iradenin doğru bir inanca sahip olması düşünülemez.
Tanrı yarattıklarını bildiğini, çekirdekten ağaca, spermden vücuda kadar bütün evreleriyle hayatlarını yönettiğini, kabiliyetlerini kendisinin ortaya çıkarttığını, üremelerini temin ettiğini, ihtiyaçlarını en uygun şekilde karşıladığını ve onlara bir süre verip ölmelerini irade ettiğini mükemmel bir düzen ve işleyiş hâkimiyeti içerisinde göstermektedir.
İnsan bu döngüye şahit kılınmış ve akılla görüp gördüğünü bilinçle bildirmesi gereği kendine görev olarak tanımlanmış ve insan bildirim kararında, kabul edip etmemekte serbest bırakılmıştır. Bir zorlama söz konusu değildir.
Bu bağlamda Anayasa’nın en temel birinci maddesi: Delil aklın önüne koyulur, kabul edilmesi için irade zorlanmaz şeklindedir.
Tarihsel kaynaklarda, Mucizelerin gerçekleşmesine rağmen, inanamaya yönelik birçok davetin kabul edilmediği dair bilgiler bulunmaktadır.
Tanrı yaratma fiiline ait tüm gereksinimleri , hayatın döngüsü için gerekli olan her şeyi tedarik etmeye, tüm canlıların kalplerini attırırken, çekirdekleri çatlatıp içinden çiçekleri çıkartmaya, yağmuru indirip, geceyi gündüzü döndürmeyi sağlarken ve göz kapaklarını açıp kapamayı bir insana bırakmayan bir özenle ilahlığını gösterirken , kendisine karşı olan hakimiyet ve ilahlık onamasını tercihe bırakmıştır.
Bu özgürlük sadece serbest düşünebilme duygusu ile insanların başka yönlere gitmesine neden olmuştur.
Bu eğilim ve özgürlüklerin tanımlanmasının yaratıştaki karşılığı sınav, sınanma olarak yapılmıştır.
Yani bir hayat sermayesi, yaşam şartlarına uygun bir dünya oluşumu, kötü ve iyi olan şeylerin tanımı, yolculuğa ait haritalar ve kılavuz bilgileri, gerekli fizyolojik ve psikolojik donanım ve tercih serbestliği ile heybeye doldurulanlar, dünyadan ayrılış ve verilenlerin kullanım şekli hakkında bir hesaplaşma ve kazanıma göre bir sonsuzluk yerleştirilmesin yapılması şeklinde süreç bileşenleri ile bir var oluş öyküsü olarak belirtilmiştir.
Dolayısıyla insanlar tercihlerinde özgür olduklarından, iradeleri le kurguladıkları hayat ve yaşam tarzları karakter oluşumlarını ve inanç şekillerini belirlemiştir. En kısa anlamıyla nasıl inanmak istiyorlarsa öyle inanmış ve bu inanca göre yaşamaya davet etmişlerdir.
Kanaatlerine ve hükümlerine genel anlamıyla müdahale edilmemiştir. Bu durum elçilik kurumunun kapatılmasından sonra daha belirgin hale gelmiştir. Çünkü yaratıma ve yaratılışa ait tüm argüman birikimi sağlanmış ve genel olarak kaynaklar erişime açılmıştır.
İnsan dilediği yerde dilediği bilgi ile kalabilir. İstediği ritüeli takip edebilir. Çok tanrılı, putperest olabilir, şeytana tapabilir. Hiçbir şeye inanmadığını söyleyebilir. Bir kısım varlık değerlerine inanıp, bir kısmına inanmadığı ifade edebilir. İnançla ilgili hiçbir şeyi kabul etmediğini, maddesel verilerin izinde kalacağı düşüncesi salık verebilir.
Burada enteresan olan yine Tanrının sessizliğidir.
Uygun tanım ve öğrenme dili kullanılmadığında vaat edilen güne kadar her şey söylene bilinir. İsyanlar inkârların kapısı açıktır. Tanrının; öfke, şımarıklık ve itiraz dili kullananları ikna etmek gibi bir eylem içinde olmadığı gayet açıkça görülmektedir.
Dolayısıyla inanç ve onama süreçlerinde gerekli olan bilinç ve farkındalıkla birlikte, hakikati öğrenme ve konuya olan ilginin önemi büyüktür.
Gerçek inanç ölçüleri ile yaratıcısına yönelen inşaların tek yönlü inanç yaşamaları ve tanrı ile iletişim ve etkileşim içinde olamamaları yaratılış prensiplerine göre mümkün değildir.
Yukarıda da söz edildiği gibi Tanrının izini doğru takip etmek, aklı öğrenmek için kullanmak ve duyguları saygın bir çerçevede konumlandırarak çıkılan anlam arayışları mutlaka karşılık bulacaktır.
Yine yukarıda yaratma planında olan ölçü ve yönetim harikalığını ifade eden satırlarda ifade edildiği gibi, tanrı eserleri ve eserlerinde sergilediği beceri ve idare erkinin şahitliği üzerinden tanınmalıdır.
Bu erişime sahip olmayan insanların mistik ve mitolojik tanrı bildirimleri derin karanlıklardan oluşur.
Asırlardan beri gelen hikâyeler önlerinde ne bulursa toplayıp bu zamanın sahiline getirmiştir. Doğru bir inanç için, gerçeği bu kalıntılardan kurtarmak gerekmektedir.
Evet, inanç aklen makul değerlere sahip olmalıdır.
Tanrının en küçük yarattığı varlığa gösterdiği bildirim özeninin, iman özelinde eksik bırakıldığı düşünülemez.
Yine insanın hücresine kadar olan etkin bilginin görüldüğü noktada, insanına ait duygu ve düşüncelerin bilinmediği kabul edilmez.
Bu bağlamda Yaratıcının, yaratılanı kendinden habersiz bir yalnızlığa terk etmesi mümkün değildir.
Eğer insanın inancı ona tatmin olma noktasında destek sağlamıyor fakat kalbi de tanrıdan vazgeçemiyorsa bir frekans ayarının zorunluluğunu gösterir.
Sonuç olarak , – yukarıda da söz edildiği gibi – doğru iletişim diline sahip olmak, kaynak bilinci ile saygın öğrenme duygu ve düşüncesi ile hareket etmek, yaratıcının vermek istediği mesajı anlayarak istediği şekle uygun karşılığı vermek çok dilli diyaloğun önünü açacaktır.
İnanç bir tasavvur bir hayal bir farazi motivasyon kaynağı değil, varoluş hakikatinin hayat dolu sonsuzluk membağıdır.
Safitürk Murat